Gülsün Karamustafa, “Vadedilmiş Bir Sergi” ile SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçının bugüne kadar düzenlenen en kapsamlı sergisi, daha önce Türkiye’de görülmemiş işlerine de yer veriyor. Son yıllarda yurtdışı çalışmalarına ağırlık veren Karamustafa, Türkiye’nin çağdaş sanatta ön sıralardaki ülkelerden biri olduğunu düşünüyor
Hülya KÜPÇÜOĞLU-HT GAZETE/ KÜLTÜR SANAT
Bu serginizde, Türkiye’de daha önce sergilenmemiş işlerinizden örnekler var. Daha önce görülmüş ve görülmemiş işlerinizin buluşması, size neler hissettiriyor?
Ben de işlerimi bu kapsamda bir arada görmemiştim. Bu yeni durum kendi içlerinde de yeni bir okumaya neden olacağı için beni etkiliyor. Onları yan yana gördüğümde yeni bir beraberlik oluşturduklarını gördüm. İzleyici bu sunumu yorumladığı zaman geri dönüşü benim için önemli bir veri olacak. Onun için bundan çok memnunum.
Serginizde farklı yıllara ait işlerin birlikteliği ne gibi yeni anlamlar, yeni okumalar getiriyor?
Mesela 1980′lerde yaptığım işlerle 2000 sonrası yaptığım işler bir araya geldiğinde ve bunlarında yanına 2013′te yeni ve daha önce görülmemiş bir işi yan yana koyduğumda, bunların aslında bir diyaloga sahip olduğunu görmek beni şaşırttı. Bu bir tema veya meselelerin yaklaşık tekrarı değil. Tamamen birbirinden ayrı içerikteki işler dahi olsa, bu yan yana gelişlerinde yepyeni bir buluşma oluşuyor. Belki de bugüne kadar sergi için düşündüğümüz ve başarabildiğimiz nokta da budur. Çünkü bu sergiyi yaparken serginin küratörleri Merve Elveren ve Duygu Demir’le birlikte pek çok bağlamda düşünce ürettik. Bu üretilen düşüncelerin içinde çok klasik olan tarihsel bir yaklaşım vardı ki, bundan kaçındık. İkincisi birbirine çok benzer işlerin bir araya gelmesiyle bir kurgu oluşturulabilirdi, bundan da kaçındık. Dolayısıyla uyguladığımız kurguyu “sarmal” olarak adlandırdık.
Genel olarak işlerinizde “göç” olgusu var. Bugün göç olgusuna nasıl bakıyorsunuz?
Kendi çevremizde gözlemlediğimiz göç, en şiddetli şekilde 70′lerin sonu ve 1980′lerde yaşandı. O çok büyük bir çalkantıydı ve tüm yerleşik değerler değişmek zorunda kaldı. Uzun süre yeni değerlere karşı bir mücadele verildi. Bu mücadele kendine has bir geçiş oluşturarak yerleşmeyi başardı. Dolayısıyla o dönem aslında en şiddetli yaşanan dönemdir. Bugün baktığımızda, yeni savaşları ve göçün temel meselelerini düşündüğümüzde, durumun değiştiğini görüyoruz. Mesela Avrupa, bugün göç için ne kadar cazip? İnsanların bulundukları koşullardan kaçma olgusuyla mı göç ettiklerini düşünmemiz gerekiyor? Ortadoğu bugün çalkalanıyor, savaştan kaçanlar ne yapsın? Tüm bunlar yeni göç durumları doğuruyor. Afrika’daki insanların, küçük botlarla bir yerden bir yere geçerken öldüklerini her gün duyuyoruz. Göç devam ediyor ama belki biçim değiştirdi. Ve belki 1980′lerde yaşandığı gibi köyden kente doğru bir yoğunluk yaşanmıyor, ki bu durum sadece Türkiye’de yaşanmadı, Meksika, Mısır gibi ülkelerin büyük şehirlerinde şiddetle yaşandı, belki onlardan daha değişik nitelikler taşıyor ama devam eden bir şey olarak hayatımızda varlığını sürdürüyor.
Arabesk kültür 1950′li yıllar sürecinde başlıyor ama 1970′ler ve 80′lerde yükseliyor. Bu süreç sizin işlerinize de yansıdı. Siz arabesk kültüre nasıl bakıyor ve nasıl tanımlıyorsunuz?
Arabesk kültürü benim dönemimde kendi çevremin içinde dahi şiddetle yadsıyanlar, tehlikeli görenler vardı. Hala da belki aynı tehlikeyi orada görmekteler. Etrafımdaki olan bitene yabancılaşmadan bakma ihtiyacını duyuyordum. Ve o ihtiyaç belki de beni arabesk olgusuna daha yakından bakmama sebep oluyordu. Etrafımda yaşanana ilgisiz kalamazdım. Ama aynı zamanda çok da tehlikeli bir işle uğraşıyordum sanatçı olarak. Çünkü “kitsch”le uğraşmanın bir tehlikesi vardır sanatçı açısından. Eğer kendini kaptırırsan sen de “kitsch”leşmeye başlarsın. Ve mesafeni kaybedersen bir benzerini gerçekleştirirsin. O dönemlerde kendimi o tuzaktan korumaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Son yıllarda yurt dışı çalışmalarınıza ağırlık verdiniz. Yurt dışında bulunduğunuz bu süreçte Türkiye çağdaş sanatını nasıl gördünüz?
Türkiye çağdaş sanatı şu anda iyi durumda.Tanınıyor, biliniyor ve özellikle genç sanatçıların yeni üretimi ve katkıları bir hayli önemli. Eskiden olduğu gibi tecrit edilmiş bir konumda değiliz. Sanıyorum herhangi bir dünya ülkesi gibi, sıralama gerekirse biraz da ön sıralarda bir ülke olarak sanata devam ediyoruz.
90′LARDA MERKEZ VE ÇEVRE YER DEĞİŞTİRDİ
Sergide kendi kişisel tarihinizle ilgili işler de yer alıyor. Kendi bireysel hareketliliğinizi toplumsal bellek içerisinde nasıl tanımlıyor ya da konumlandırıyorsunuz?
Sanatçı olarak 1990′dan sonra çok fazla hareket halinde olmaya başladım. Çünkü o dönemde tüm dünya sanatçıları buna benzer hayatlar sürüyordu. 1989′da Berlin duvarının yıkılması ve Sovyet rejiminin dağılmasıyla birlikte o güne kadar hayatın bir parçası olan olan “Demirperde” yırtıldı. Bir sürü kavram değişti. Paradigmalar yer değiştirdi. Bu dönemde çok şey değişti. Sanatta merkez ve çevre yer değiştirdi. Bugüne kadar tanımlanan New York, Paris, Londra ekseninden kayıp giden sanat alanında, periferi diye tanımlanan ülkelerin sanatçılarına da açılarak, yeni bir alan oluştu. Bu alanın içinde ben de benim gibi diğer dünya sanatçıları da çok hareket ettik. Bu hareketlilik aslında önemliydi. Çünkü sanat algısı değişiyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. O dönemde sanatçıların bir çeşit göçebeliğinden söz edilebilir, bu da aslında doğrudur. Bizler birer göçebe gibi dolaşıp çalışıyorduk. Ama bugün o hareketliliğin o dönemdeki kadar yoğun olmadığını biliyorum. Ve o hareketliliğin daha farklı bir yöne doğru kaydığını biliyorum. Ama bu da kaçınılmaz bir durumdur. Sanat pazarının konunun içine dahil olduğunu bir takım şeylerin olgunlaşma dönemine girdiğini görüyorum. Bu da kaçınılmaz sonuçlardan biridir.
‘Çağdaş sanatta dünyada ön sıralardayız’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder