9 Eylül 2013 Pazartesi

17’sinde isyan ve aşk

17 sinde isyan ve ask


Sekiz filmin gösterime girdiği haftanın öne çıkanlarından biri “Bir Hayalimiz Vardı” (Ginger & Rosa). Hüzünlü, sade ve akılda kalıcı bir film… 1945’te Hiroşima’ya atom bombasının atıldığı gün İngiltere’de bir doğumhanede başlıyor öykü. İngiliz yönetmen Sally Potter, yan yana yataklarda doğan Ginger ve Rosa’nın ilk günden başlayan kader birliğinin, ilk gençlik yıllarına uzanan sıkı bir arkadaşlığa dönüşmesini sade planlarla özetliyor. Ginger (Elle Fanning) analı babalı, Rosa (Alice Englert) ise babasız büyüyor… Her şeyi birlikte yapıp hayatı birlikte keşfediyorlar. Rosa erkeklere karşı daha ilgili. Ginger ise aile çevresi nedeniyle erken politize oluyor ve Rosa’yı da yanına alıp protesto yürüyüşlerine gidiyor, muhalif grupların toplantılarına katılıyor. 1945’teki Hiroşima ve Nagazaki travmalarını hâlâ atlatamayan, Soğuk Savaş’ın en soğuk rüzgârlarının ortasında yaşayan dünya için anti-nükleer hareket, güçlü ve anlamlı bir muhalefeti temsil ediyor… Siz filmi seyrederken o muhalif ruhun 1968’e dek ilerleyeceğini, Ginger ile Rosa’nın soluduğu sıkıntılı atmosferin yakında renkleneceğini biliyorsunuz… Ama 17’lik Ginger ile Rosa 1962 yılında henüz bunlardan çok uzak, karanlık, kasvetli bir dönemdeler ve özellikle Küba Füze Krizi sırasında dünyanın her an yok olabileceği korkusunu günü gününe yaşıyorlar.


BENCİL, SORUMSUZ ERKEKLER


Rosa, bu dönemde babasızlığın da etkisiyle teselliyi erkeklerde ararken âşık oluyor. Ginger ise evi terk eden babasıyla sorunlar yaşıyor, annesinden uzaklaşıyor. Rosa hayatıyla ilgili radikal kararlar alırken, Ginger atom bombası korkusuyla baş edemez hale geliyor. Bu arada arkadaşlıkları da çok zor bir sınavdan geçiyor. Bütün sorunların kökeni elbette babalar, erkekler… Sally Potter’ın feminist bir yaklaşımla benmerkezci, sorumsuz babalar üzerinden erkek egemen dünyaya tam cepheden saldırdığı kesin. Ama bir adım daha ileri gidip erkekliği, gerçek bir muhalif olduğunu iddia eden Ginger’ın babası Roland (Alessandro Nivola) üzerinden eleştirmesi takdire değer… Filmi ilginç kılan da zaten bu. Roland, II. Dünya Savaşı’na katılmayıp hapiste yatmayı tercih etmiş bir pasifist. Aile değerlerine, analığa, babalığa inanmayı reddediyor. Ama Potter, bütün bu radikal düşüncelerin, onun sorumsuz pişkinliğine nasıl bir zemin teşkil ettiğinin altını çiziyor. Asıl büyümesi gerekenin Ginger ve Rosa değil de Roland olduğunu ima ediyor. Ama muhalefetin aslında erkek egemen dünyaya karşı yapılması gerektiğini, atom bombasının ve Soğuk Savaş’ın arkasında da hep aynı mantık olduğunu bence pek anlatamıyor. Ginger ve Rosa, sorumsuz bir erkeklik egosunun, bir “kötü adam”ın kurbanları olarak geliyor karşımıza. Dolayısıyla film, giderek melodrama meylediyor… Öte yandan, Sally Potter’ın senaryosu öyle bir sahicilik yaratıyor ki seyrederken kendinizi bir roman uyarlaması ya da beyazperdeye aktarılmış gerçek bir hayat hikâyesi içinde gibi hissediyorsunuz. Başarıda Elle Fanning’in de büyük payı var. Çekimler sırasında 13-14 yaşında olan Fanning, 17 yaşındaki Ginger’a alkışı hak eden abartısız ve güçlü bir yorum getiriyor. Ginger’ın annesinde Christina Hendricks de çok başarılı. Bu arada Rosa’yı yönetmen Jane Campion’ın kızı Alice Englert‘in oynadığını belirtelim. Babada Alessandro Nivola, tecrübeli aktivistte Annette Bening‘in yanı sıra Timothy Spall ve Oliver Platt da inandırıcı karakterler çiziyorlar…




17’sinde isyan ve aşk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder